top of page

Öyleyse Nedir Hayat?, Zinnure Öncü

  • Yazarın fotoğrafı: Derinden Dergi
    Derinden Dergi
  • 10 Oca 2022
  • 3 dakikada okunur

Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Patrick Modiano’nun ülkemizde yayımlanan eserlerine baktığımızda genel olarak kimlik, zaman, şehir, ikinci dünya savaşı gibi temaların sıklıkla kullanıldığını söylemek mümkün. Yazar, her romanıyla yitip gitmiş düşsel bir zamanı tekrardan ortaya çıkarmaya ya da geçmişte kalmış bulanık bir anı billurlaştırmaya çalışmakta. Bu yazıda üzerinde durmayı planladığım En Uzağından Unutuşun isimli roman, Türkçeye 1998 yılında çevrilmiş. Çeviri edebiyat severlerin yakından tanıdığı Tahsin Yücel’e ait. Romanın dili sade, kelimeleri hafif. Olay örgüsü içinde karakterlerin kökleriyle ilgili bir bilgi verilmiyor, ayrıca karmaşık ilişkiler de yok. Kitabı okurken yazarın betimlemelerle yarattığı dünyanın içinde, olması mümkün olanın ihtimali teneffüs ediliyor. 50 yaşındaki anlatıcının ömrü, belli bir zamanda yaşadığı çok da uzun olmayan "bir an"a takılıp kalıyor. “Köksüz” anlatıcı, her şey başladığında 18 yaşında gezgin bir kitap satıcısıdır. Jacqueline ve Van Bever isminde kendisi gibi “köksüz” iki gençle tanışır ve “gerçek” hayatı başlar. Gerçek hayat, yani herkesin başkasına anlatırken aslında en çok kendine anlattığı, bizi biz yaptığına inandığımız asıl hikâyemiz. Jacqueline ve Van Bever, sürekli kumar oynayan, kazandıkları para ile Mayorka’ya gitmeyi hayal eden karakterler. Dante sokağında bulunan kafede hemen her akşam yapılan ve öylesine gibi görünen sohbetler sırasında, anlatıcı ve Jacqueline yakınlaşır. Bu samimiyet sonucunda Jacqueline‘nin “ödünç olarak almak” diye nitelendirdiği ama aslında Cartaud’den (öylesine hikayeye giren başka bir karakter) çaldıkları paralarla, Van Bever’i geride bırakıp Londra’ya kaçarlar. Paris’ten sonra Londra’dayız artık. Anlatıcının tasvir ettiği mekânlarda oturuyor, âdeta o sokaklarda yürüyoruz. Bulvarlar, kafeler, sokaklar, rıhtım.. Kol kola gezen anlatıcı ve mevsimine hiç uymayan balıksırtı ceketiyle Jacqueline az ötede yürüyor. Başlangıçlar her zaman zordur. Anlatıcımız ve Jacqueline, Londra’da berbat bir otelde yaşarken Peter Rachman adlı bir adamın onlara öylesine verdiği bir evde hayata tutunmayı başarıyorlar. Birliktelikleri pek de uzun sürmez, Jacqueline ortadan kaybolur ve bir daha geri dönmez. Bütün olay bundan ibaret aslında. Yarım kalmış bir hikâye. Dostoyevski’yi referans alarak söyleyecek olursak yaşanması mümkünken yaşanamamış bir saadet. Ne acı! Aradan 15 sene geçer. Anlatıcı, artık yazar olmuştur. Jacqueline ile tekrar karşılaşır. Esas kızın ismi değişmiş, evlenmiştir. Başta anlatıcıyı tanımamış gibi yapar ama kısa bir anlığına da olsa eski Jacqueline olur ve hiçbir şeyin değişmediği anlaşılır. Fakat yeni bir beraberlik başlayamaz çünkü "değişmeyen" Jacqueline yine ortadan kaybolur. “Mutluluk o akşam duyduğum geçici sarhoşluksa, yaşamımda ilk kez mutluydum.” cümlesi kitabı bir çırpıda özetleyiverir. Aslında bu cümle bize bir yönüyle “Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım.” diyerek, her şeye rağmen geçmişine sahip çıkan Masumiyet Müzesi’nin Kemal’ini, başka bir yönüyle de “Geçmişte kalan, şimdi yaşantımızın bize vermeyi reddettiği o güzel şeyleri öylesine çok istiyordum ki!” diyerek, aldığı yanlış bir karardan ya da alamadığı doğru bir karardan ömrü boyunca pişmanlık duyan Çehov karakterini hatırlatır. Kitap hakkında düşünürken şunu da anlarız: Zamana yüklenen anlam, o anı yaşayan insanlarda aynı değildir. Kadında "o an", varacağı yere giderken karşılaştığı biriyle öylesine bir yaşantıyken, anlatıcıda "o an" hayatın tamamını anlamlandıran bir karşılaşmadır. Yani, insan hayatı; aylarca, yıllarca süren bir devinim gibi görünse de aslında bazı insanlar için sadece belirli anlarda yaşanır, onlarla anlam kazanır. Arkadaşlarla geçen bir iki yıl, üç dört aylık bir tanışıklık, askıda kalan birkaç hatıra… Sonrasında bu anlardan kalan parçalar ve izler… Artık eksik kalan mutluluğu tamamlama çabası ya da hiç kapanmayacak bir yarayı kapatma gayreti. Anlatıcının Paris sokaklarında neyi aradığını bilmeden gezerken anımsamaya ya da unutmaya çalıştığı şey işte buydu belki de. Çünkü anlatıcı, Jacqueline’nin onu terk etmesinden sonra geçen 15 yılı birkaç belirsiz yüz, puslu anı, donuk biçimde birbirini izleyen günler diye tanımlıyor ve şöyle soruyor: “Neden başka bir oluntu değil de bu oluntu? Belki de askıda kaldığı için.” Bitirirken, anlatıcı bu romanda hayatını anlatıyor ya da hayatı anlatıyor, demeliyim. Nedir hayat? Çoğunlukla unutmaktır aslında. Hayır, her şeyi unutmaktan söz etmiyorum. Bir cümleyi hatırlamak için bir kitabı unutmaktan, bir bakışı hatırlamak için görülen her şeyi unutmaktan en çok da bir anı hatırlamak için -ama en mutlu olduğun anı- bir ömrü unutmaktan söz ediyorum. Cevabı size bıraktığım sorumu tekrar soruyorum hem de bir ip ucuyla birlikte: Öyleyse nedir hayat? Unutmak mı? Hatırlamak mı? Yarım kalmak mı?


Derinden 2021/güz sayısı, s.15.

 
 
 

Comments


Yazı: Blog2_Post

©2022, derindendergi tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page